27 Mayıs 2010 Perşembe

HARABA GIYLIGİ

ÇULÇAPUR KÖYÜ VE HÖYÜĞÜ
Lütfi Parlak


Osmanlı döneminde idarî yapı, bu günkünden çok farklıydı. Dolayısıyla ordunun kışlak yerlerinden birisi de Diyarbakır’dı. Haliyle askerî ihtiyaçların büyük bir kısmı Harput yöresinden karşılanırdı. Çünkü Harput 1516’ya kadar Diyarbakır’a bağlıydı. Bu sebeple Çulçapur’dan, Helezür’den… geçen ve ucu Diyarbakır’a açılan yolların sürekli kullanıldığı muhakkaktı.
İpek Yoluna bağlı ara yollardan biri olan ve yörede “Katırcı Yolu, Katırcı Çeşmesi” olarak bilinen güzergâh, Karinget Çayı üzerinden gelip Çulçapur ve Cüt Boğazından Ergani’ye doğru uzanırdı. İşte bahsi geçen yol üzerinde ve Haraba adı verilen mevkide Çulçapur höyüğü bulunur. Aşağı Huh’a yakın bir yerde kurulan yapı, demir yoluna 250-300 m. mesafededir. Hazine arayıcıları tarafından oldukça tahrip edilmiş olmasına rağmen büyük ölçüde sağlamdır. Hâlâ akan soğuk çeşmesi ve etrafında “peg” adı verilen yıkıntıların temel bakiyelerine bakılırsa eski bir yerleşim yeri olduğu kolaylıkla anlaşılır.
Bilindiği kadarıyla ilk höyük, Nemrut için yapılmış çok katlı bir mezardır. Alt kata hükümdarın mezarı, orta kata büyük hükümdar için kurban edilen insanların mezarları, en üst kata da krala ait kıymetli eşyalar, mücevher ve paralar konurdu.[1]
Dikkat edilirse bu yönüyle höyükler, sanki Mısır Piramitlerine alternatif olarak yapılmıştır. O gösterişli ve mükemmel taş yığınları Firavunlara mezar olarak tahsis edildiğine göre, topraktan olanın ilki de M.Ö. 2100’de Babil hükümdarı Nemrut için inşa edilmiştir. Dolaysıyla Nemrut’tan alışılan bu tarz, zaman içinde diğer milletlere de sirayet etmiştir. Bir devire veya bir millete hükmetmiş kimseler için oluşturulan ve Kurgan adı da verilen bu yapılara,[2] genel olarak höyük adı verilmiştir.
Cesetleri eşyaları ile toprağa gömme âdeti, birçok millette vardır. Hırsızlara karşı ölülerini; Urartular kayaları oyarak oluşturdukları mezarlarda, Mısırlılar taştan yaptıkları piramitlerde, bazıları da küçük bir tepe kadar toprak yığarak inşa ettikleri höyüklerde saklamaya çalıştıkları genel olarak söylenebilir.
Höyüklerin ihtiva ettiği başka manalar da vardır. Eski birer yerleşim yeri olan bu yığma tepeler; genellikle istilalar, tahripler... neticesinde yıkılıp viran olan ve toprağın altında kalan iskân yerleridir. Anadolu’da bahsi geçen yapıların tamamına yakını bu çeşit suni tepelerdir.
Ayrıca höyük denen yapıların birer gözetleme kulesi veya üzerine surlar yapılarak savunma yerlerine dönüştürüldükleri de muhakkaktır. Yöremizde bulunan Tadım, Çulçapur ve Yukarı Huh Höyükleri bu kabil yapılardır. Yani hem tehdit halinde halkı koruma hem düşmanı gözetleme yeri olarak inşa edildiğini söyleyebiliriz.
Şu kadar var ki gerek Tadım, gerekse Yukarı Huh höyüğünün üzerinde sur bakiyelerin bulunmasına veya bina temel kalıntıları olmasına rağmen Çulçapur höyüğü tahrip olduğu için bahsi geçen birimleri bulmak mümkün değildir. Yani bu suni tepenin kale şeklinde yapıldığını gösteren hiçbir emare yoktur. Ancak bir sıra halinde dizili bulunan her üç yapının da yanı başında yerleşim yerleri bulunduğuna göre konumlarının da aynı olması gerekir. Dolayısıyla bu höyüklerin köylerin veya şehirlerin enkazı olmasından çok koruma amaçlı olduğu kuvvetle muhtemeldir. Dolayısıyla Çulçapur höyüğünün üzerinde de surların olduğunu düşünüyoruz.
Diğer köylerimiz gibi Çulçapur isminin de nereden geldiği veya kimle tarafından verildiği bilinmez. Anladığımız kadarıyla böyle bir araştırmanın içine şimdiye kadar giren de olmamıştır. Bu sebeple merhum Mehmet Şerif Kaya’nın; bu köyü kuran kişinin yüzünün çilli ve çopur olması hasebiyle yerleşim yerine galat olarak “Çil-Çopur” adı verildiği şeklindeki yakıştırması ister istemez dikkat çekmektedir.
Şu kadarını ifade etmek gerekir ki Haraba denilen mevkideki höyüğe bakılırsa köyün çok eski bir geçmişe sahip olduğu anlaşılır. Çünkü Anadolu beylikleri döneminde asayişin iyice bozulduğu sıralarda köylerin dağıldığı biliyoruz. Bu sebeple insanlar, köylerini terk ederek tarlalarının veya bahçelerinin başına gidip yerleştiğini ve bu durumun IV. Murat’ın Bağdat seferine çıkana kadar (1638) sürdüğünü tarihten okuyoruz. Dolayısıyla Diyarbakır’a karargahını kuran IV. Murat’ın Elazığ’ın Hoğu Köyüne geldiğini, Mollaköydeki Molla Ahmet Peykerci zaviyesini yatırdığını ve Halezür köyünün 11-12 bin akçe olan gelirinin (1523) 608 akçesini bu zaviyeye bağladığı[3] kayıtlardan alıyoruz. İşte bu asayiş hareketlerinden sonra bazı köylerin yeniden toparlanmalarına rağmen Çulçapur’un eski yerine inmediğini anlıyoruz. Eski köyün ve yanındaki kalenin bilinmeyen bir sebeple tahrip olması nedeniyle böyle bir durumun hasıl olduğuna inanıyoruz.
Bu gün için metruk ola höyük, tarların arasında kalmıştır. Günden güne eridiği ve define avcılarınca sürekli kazıldığı da maalesef bilinen bir gerçektir.




6 İshak Sunguroğlu-Harput Yollarında
[2] Hayat Ansiklopedisi
[3] Mehmet Ali Ünal- Harput Sancağı

1 yorum:

Unknown dedi ki...

Nasıl terkeylemişiz bu cennet köyü.